Suya Düşen Mavi Çiğ Tanesi ve Gül!

Kıyıdaydı, nasıl bir anıydı başka her şeye düşman eden bakışlarını; nasıl bir serzenişti geleceği kuşatan böyle. Hadi susalım desen böyle susamazsın, hadi bakalım desen böyle bakamazsın. Duruşu isimsizliğine öyle çok yakışıyordu ki insana kalabalığı unutturabilirdi o an.
Boş bir bardak ne kadar dermansa susuzluğa, İstanbul o kadar dermandı yalnızlığına. Hani bunu kendisinden duyan olmamıştı belki ama suskunluğu kadar yalnızdı; ya da tebessümü kadar.
Bir tane balıkçı kayığı vardı önünde: denize doğru uzatılmış, uçları suda gözükmeyen tahtaların üstünde duruyordu. İki ince halatla çekilmişti yukarı besbelli ve bağlıydı küreklerin takıldığı gediklerden.  Balıkçıyı düşündü, inatla balık tutmaya, kendini iri dalgalara vuran, her sabah umutla. Ekmeğini tuzlu suya batıran, ve her akşam vakur ve yenik evine dönen; içindekini soldurmadan yaşamaya çalışan balıkçıyı...

İstanbul kurşuniydi ve arkasındaydı, denizse mavi. Eksik yaşanmış yıllarını bıraktığı şehirdi İstanbul, tamam yanlarını denizde tutuyordu.
Ah  dedi; ahh; ah etti... Alın dedi benden kalan ne varsa, aç gözlerinizi diktiğiniz, bir yağma bu, ne koparırsanız kardır, alın bende sizi aç bırakanları, en puslu arzularınızı doyurun; bu son şansınız... Sesi kısıktı ve buğulu ve derin ve bir başka ülkeye ait. Adını bilmiyorduk, hoş ne fark ederdi ki. Ama bütün olanların farkında olduğunu gösteren devingen iki mavi, iki ıslak, iki yorgun gözle bakıyordu; çok iyi tanıdığı anlamlara bakıyordu; eski bir ürpertiyle çekingen, yeni bir yakınlıkla sokulgan iki mavi bakışla...
Ellerinde kırık ve solgun ve artık kimseyi sevmeyen ve yorgun güller taşıyan, kaldırımda nereye, ne yana ve neden gideceğini bilmeyen boğuk bir kalabalık her zaman yaptığını yapmaya devam ediyordu: gülleri hırpalıyordu, uyuşuk, durağan bir beyinle...
Kıyıdaydı, kızgındı, umarsızdı, solmuş güllere baktı; gözleri ve elleri ve ve sesi ve içi titredi: bir depremdi ki derinden, bir depremdi ki henüz can kaybı yoktu. Hangi parçası kırılmıştı kim bilir. 
Kıyıdaydı, mavi, uçucu, kırılgan, ince bir deniz, sinsi bir yağmura boyun eğmiş susuyordu. Ay ışığında gözlerinin mavisi  yakamoz olup denize dökülmüştü. Elinde solgun bir gül vardı, yada elleri solgun bir güldü; griydi. Gözlerinde mavi bir gül vardı ya da gözleri mavi bir güldü. Elleri soluyor gözleri filizleniyordu.  Elleri yanlış bahçede açmış, tutunacak bir avuç toprağa hasretti elleri.
Kıyıdaydı, sustu. Bakışlarını içine döndürdü, kimselere göstermediği yerine: yüreğine. Yıpranmışlığını düşündü. Söyleyemediklerini, İsteyemediklerini, Yutkunmak zorunda bırakılmışlığını, arzularının bastırılmışlığını, yıllar yılı beklediği ama bulamadığı duygudaşlığı, önemsenmemişliğini, sevilmemişliğini, maksatsız yaklaşılmamışlığını düşündü. Elini ve gri gülü düşündü. Gözlerinin kıyısında bir çiğ tanesi mavilendi. Yıllarca susulan yalnızlıklardan süzülen bir çiğ tanesi. Erken gençliğin taçlandırdığı bir prenses hayal etti. Varlığını anlamlı kılan bir prenses düşledi. Düşlerle büyüttüğü çiğ tanelerini düşündü. Korkudan, yummadı gözlerini, çiğ tanesinin maviliğine kıyamadı. Dolu dolu denize baktı denize...
Kıyıdaydı, gözleri dolu dolu denize baktı. Öfkeli bir vapur, martıların bütün çığlıklarına rağmen, denizin asude yüzünü kanatarak ilerliyordu, sükunetine motor gürültüsü  bulaştırarak. Vapura da öfkelendi, martıları kale almayan, inatçıya.

Kıyıdaydı, denizi düşündü. Bin yıllardır denizde bulduğu anlamları, yaşlanmayan denizi, bin yıllardır denizde somutlaştırılan imgelemleri
düşündü. Denizi düşündü, yalnızlığını ve halini kimseye serzenmeyen denizi. Her şeye rağmen asude oluşunu, her şeye rağmen su oluşunu düşündü. Kendinden bir şey yitirmemişliği ile denizi  düşündü. Ve O’ na  yöneldi.
Kıyıdaydı; küçük ve sakin (görünen aslında fırtınalarla perişan) adımlarla ilerledi denize. Ayaklarında soğuk bir dostluk, teninde ılık bir buse, gözlerinde mavi bir gül oldu deniz. Elindeki gülü suya bıraktı usul.  Ve ıslak ve buğulu ve titreyen bir sesle konuşmaya başladı:  

Ey deniz, ey yitik duyguların annesi, yitirilmişliğimi giderebilir misin,
Ey sonluluğu unutturan, benimi sarabilir misin,
Ey dibi olmayan sığlık, sesimi duyabilir misin,
Ey mavisi dirilten, dudaklarıma tebessümü geri döndürebilir misin,
Ey yalnız bilge, ey yalnızlığın bilgisi; solmuş güllerin acısını taşıyabilir misin,
Ey mavi, ey griyi öpen, mavimi tanıyabilir misin,
Ey dehlizlerin komşusu, uçurumumun dibi var mı, sende uçurumun kenarında mısın,
Ey suskun, benimi kuşatabilir misin,
Ey güzelliğin annesi, özlemlerimi tanır mısın,
Ey serinliği içimi ısıtan, beni sarabilir misin,

Ey deniz, Ey Asude Su, beni uzun yolculuklara çıkar, ıslanmaktan yoruldum. Aah.!!! 

Yorulmuştu. Sesi arkaik ağıtları çağrıştırıyordu.

Kıyıdaydı. Yürüdü. Gözlerindeki Mavi Gül’ ü denize bıraktı. Al dedi, al ve hırpala, al ve öldür, al ve kavuştur gülümü toprağa, tenimi toprağa, benimi toprağa.

Deniz  suskundu. O kıyıda değildi. Ağlamıştı.
Gülü filizlenmişti denizde, Mavisi denize karışarak.
Suya çiğ düşmüştü... 

Abdulsamet DİNDAR 
                       Ekim-2000

8. SAYIYA DÖNÜŞ

ANA SAYFA